Dünyanın en büyük Altın Müzesi
El Museo del Oro yani Altın Müzesi. Yılda yaklaşık 500 bin turisti ağırlayan bu müze dünyanın en büyük altın müzesi olarak biliniyor. Müze, 6 bini genişletilmiş binasında sergilenmek üzere 55 bin parçalık bir koleksiyona sahip.
KERİM ÜLKER
Geçen yıl haziran ayında dünya kamuoyunda gündem olan bir haberle gitmiştim Kolombiya’ya. EVSİD’in (Ev ve Mutfak Eşyaları Sanayicileri ve İhracatçıları Derneği) Başkent Bogota’da düzenlediği etkinliğin öncesinde medyada okuduğum bu haber, dünyanın en büyük definesinden bahsediyordu. İspanyol donanmasına ait San Jose adlı geminin 1708 yılında battığında 200 ton altın, gümüş ve değerli maden taşıdığı gündem oldu. Düşünün, gemideki batığın değeri tamı tamına 18 milyar dolar olarak ifade edildi. 2015 yılında Cartagena yakınlarında keşfedilen San Jose adlı gemiyi su altında gözlemleyen Kolombiyalı deniz yetkilileri iki farklı batın gemiyi de müjdelemişlerdi. İspanya Veraset Savaşı’nda İngiliz savaş gemileri tarafından vurulan gemi, Kolombiya başta olmak üzere Latin sömürgelerinden kaçırdığı değerli maden ve taşları İspanya Kralı 5’inci Philip’in Madrid’teki sarayına taşımayı planlıyordu. Zira Amerika kıtasının keşfi ve başlayan sömürgeler dönemi tüm dünyada ekonominin yönünü değiştirmiş, madenlerin fiyatlarında büyük bir değişimi sağlamıştı. Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemi de bu süreçten en fazla yara alan ülke olmuş, akçenin ayarında negatif düzenlemeler sık sık yaşanır olmuştu.
Kolombiya, hem İspanyol sömürgesi hem de sömürgeciliğin dünyaya olan etkisi açısından içinde merakla gitmek istediğim bir ülkeydi uzun süredir. Bir de Büyük Kolombiya devletini kurmak için çaba sarfeden Latin dünyasının George Washington’u olarak bilinen Simon Bolivar’ın verdiği mücadeleler.
Dünyanın en yüksek şehirlerinden
Konuya Bolivar ile girmişken, efsanevi liderin adını verdiği meydandan yazımıza başlamamız şart oldu. Ancak hemen öncesinde biraz Bogota’nın yapısından bahsetmekte fayda var. Bir Avrupa kenti görünümündeki Bogota’nın en dikkat çeken tarafı yüksekliği. 2 bin 625 metre yükseklikte kurulan kent, dünyanın en yüksek şehirlerinden biri. 7 milyonluk kent, 10 milyona yakın metropolitan nüfusuyla dünyanın en kalabalık 36’ncı kenti olan Bogota, bilinenin aksine oldukça güvenli bir şehir. Metrobüsün ilk uygulandığı kentlerden biri olan başkent Bogota, yönetim yapısıyla Washington gibi farklı bir yapıya sahip. Plakalarda görünen D.C ifadesi de bunun işareti. Belki de Bolivar’ın hayalinin en yaklaştığı nokta da bu. Zira Bolivar, tıpkı George Washington gibi birleştirici olarak anılmak istemiş. Bolivar’ın İş Bankası Yayınları’ndan çıkan hayat hikayesini okuduğumda da oldukça şaşırtan bir unsur olarak karşıma çıktı. Gelelim Bolivar ile anılan meydana. Plaza Bolivar adı verilen bu meydan, kentin tarihi dokusunun da bir sembolü adeta. 1500’lü yıllarda sömürgeci İspanyollar tarafından kurulan bu meydan 1821 yılına kadar Plaza Mayor olarak anılmış. Kolombiya’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra meydanın adı önderin simiyle anılarak Plaza Bolivar olarak değiştirilmiş. Adalet Sarayı, Lievano Sarayı, National Capitol ve Bogota’nın ilk katedrali olan Primary Cathedral ile süslenen bu meydan oldukça renkli ve kalabalık.
Kentin en turistik noktası: La Candelaria
Buradan yolumuzu La Candeleria Bölgesi’ne çeviriyoruz. Kentin en turistik noktası olan bu bölümde kolonyal mimarinin izlerini oldukça zengin bir şekilde görebilirsiniz. Avrupa tarzı mimarinin süslediği gotik tasarımların yer aldığı bu bölgenin ardından durağımız bölgenin merkezi olan Plaza Del Chorro Del Quevedo’ya varıyor. Küçük bir meydan olmasına rağmen gençlerin buluşma noktası haline gelen bölge canlı müzikleriyle rengarenk işlemeli yapılarıyla öne çıkıyor. Kolombiya mutfağına da burada ulaşmanız mümkün. Lezzetli ve oldukça ekonomik restoranlarla dolu.
Meşhur Carrera 7 olarak bilinen 7’nci Cadde de size biraz İstiklal biraz da Bağdat Caddesi havası veriyor. Caddenin tamamını dolaşmanız oldukça güç zira 23 kilometrelik bir uzunluğa sahip. Sokak lezzetlerinin müzikle buluştuğu bu cadde alışveriş için de oldukça ideal. Bir de yüksek kentin yüksek tepelerini unutmamak gerekiyor. Orada kaldığımız iki günde enfes bir gezi programı hazırlayan güler yüzlü rehberimiz Catalina Moncaleano, Cerro de Monserrate’ye götürüyor bizi. Monserrate Tepesi olarak bilinen bu noktaya Cata’nın teklifiyle teleferikle çıkıp, fünikülerle döndük. 3 bin 152 metre yükseklikteki bu tepe de El Senor Caído’ya (Düşmüş Lord) adanmış bir yapı.
17’nci yüzyılda inşa edilmiş bu tapınak ilk kez 1620’lerde, Cofradia de la Vera Cruz (Vera Cruz Kardeşliği), Monserrate’nin tepesini dini kutlamalar için kullanmaya başladı. Zaman geçtikçe, Bogota’nın birçok sadık sakini tepeye tırmanmaya katılmaya başladı. 1650’de dört beyefendi, Monserrate’nin tepesinde küçük bir dini inziva yeri inşa etme iznini almak için Başpiskopos ve Santafe de Bogota Mahkemesi Başkanı Juan de Borja ile bir araya geldi. Kurucular, inziva yerini Monserrat’ın Morena Virgin’i adına kurmaya karar verdiler ve günümüze kadar süren yolculuğu kesintili de olsa başlamış oldu.
Caddeleri grafitiler süslüyor
Bogota’yı diğer kentlerden ayıran eğlenceli ve mistik yapısı değil sadece. Cata bizlere büyük bir jest yaparak rengarenk kentin en canlı noktsına götürüyor bizleri. Grafitilerin bir caddeyi tamamen süslediği bu nokta emin olun sizleri bir sanat galerisindeymiş gibi bir his verecek.
Rehberimiz Cata’nın bizlere arada nefes almak için getirdiği müzelere yol alıyoruz şimdi. 50’den fazla müzenin olduğu Bogota’da ilk tercihimiz Museo Botero. Kolombiyalı olduğunu burada öğrendiği Botero’nun şaheserleri inanın sizleri sanatın en uç noktalarına götürecek. Müthiş bir avluya sahip bu müze tam anlamıyla yıldızlı bir 10 puan alıyor bizden.
Cata’nın son sürprizi ise biraz işimizle alakalı olan El Museo del Oro. Yani Altın Müzesi. Yılda yaklaşık 500 bin turisti ağırlayan bu müze dünyanın en büyük altın müzesi olarak biliniyor. Kristof Kolomb yani keşif öncesi altın ve Tumbaga gibi diğer metal alaşımlarından bir seçki sergiliyor ve ikinci ve üçüncü katlardaki sergi salonlarında müthiş bir koleksiyon var.
Yerli kültürlere göre kutsal bir metal olan çanak çömlek, taş, deniz kabuğu, ahşap ve dokuma objelerle birlikte bu eşyalar, İspanya’nın İspanyollar tarafından fethinden önce günümüz Kolombiya’sında yaşamış farklı toplumların yaşam ve düşüncelerine tanıklık ediyor. 1934’te Cumhuriyet Bankası tarafından ülkenin arkeolojik mirasının korunmasına yardım etme fikriyle ortaya çıkan bu müze 1939 yılında kuruldu. Müze, 6 bini genişletilmiş binasında sergilenmek üzere 55 bin parçalık bir koleksiyona sahip. Girişin ve restoranın da olduğu ilk katın ardından durağımız ikinci kattaki “İspanyol öncesi Kolombiya’da İnsanlar ve Altın” bölümüyle devam etti. Cam vitrinlerde, İspanyol sömürgeciler gelmeden önce Kolombiya’da yaşayan farklı kültürlerden kuyumcuların çalışmaları sergileniyor. Üçüncü katta “Uçan Şamanik” ve “Adak” bölümleri var. Müzenin son bölümünde ise en önemli altın parçalarıyla ilgili sanatsal videoların yer aldığı “Derinleme Odası” yer alıyor.
Kolombiya kesinlikle enfes bir ülke. Bogota ise hayallerimizi şaşırtacak bir canlılığa ve kültüre sahip. Eğer yolunuz düşecekse, fazladan birkaç günü daha programınıza ekleyin derim.