Bir Yeryüzü Şairi: Birhan Keskin
Bugün başlayan ve 5 Kasım'a kadar sürecek olan 2. İzmir Kitap Fuarı'nın onur konuğu şair Birhan Keskin. Kitap fuarını vesile kılıp Birhan Keskin'in şiirine ve kitaplarına göz attık.
MURAT CEM
“Serin bir rüyanın hatırınadır/ Çektiğim dünya ağrısı”
Birhan Keskin şiiri üzerine konuşmaya başlamadan önce var olma acısından söz etmeliyiz. Ve bu acının yakaladığı kimsenin hiçbir zaman iyileşemeyeceğinden... E. M. Cioran’ın tespitiyle “Eczanelerde varoluşa karşı hiçbir özel ilaç yoktur.” Ama şiir vardır. Birhan Keskin şiiri varoluşun bütün koyuluğunu; acısını, ıstırabını taşır. Düze çıkmayan bir yokuşu tırmanır. ‘Şimdi’ ve ‘Burada’ olmanın kederine karşı çıkmadan saf sabırla atlarını sürer ve ‘bir balığın yaralı ağzıyla’ konuşur. Bazen çığlık atar, isyan eder, öfkelenir!
Her şiiri okura postalanmış bir mektup, bir ‘kargo’dur.
“Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem
zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri
eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.”
Birhan Keskin’in şiirlerini ‘lirik şiir’ sınıfına dâhil edebiliriz. Lirik şiir, kendisini öncelikle içerdiği duygu yoğunluğuyla görünür kılar. Duygu yoğunluğundan söz ederken basit duygulanımdan ve duygusal hallerden söz etmiyoruz. “Lirik şiirle aktarılan şey, salt coşku değildir; tersine duygusal durumların salt imgelem yoluyla yakalanmasıdır…” (Herbert Read)
Şiirdeki ses şair-öznenin sesidir. Birhan Keskin ‘ben’in şiirini yazar. -Burada Cioran’ın şu sözünü de anmadan geçmeyelim: “Ben demenin sorumluluğunu sadece şair üstlenir.” Theodor W. Adorno lirik şiirde ‘aşırı bireyselleşmiş’ olarak nitelenen şeyin aslında onu evrensel kıldığını belirtir. Çünkü lirik özne kendini ne kadar çok ifade ederse bütünü de o kadar güçlü biçimde canlandırır. O öznelliğin içinde ‘kolektif bir alt akıntı’ vardır. Birhan Keskin de bir söyleşisinde bu bütüne dikkat çeker: “Şiir söz konusu olduğunda: Şair kendine çok bağlı bir yaratıktır, ipi kendinden menkul. Bazıları buna egosantrik der. Ama işte bu kendine bağlılıktır ki, insan denen muammayı en içerden kurcalama şansı tanır. Böylece aslında şair bize insan denen şeyi en yakından anlatır.”
“Hayatımda ne varsa şiirimde de o var”
Birhan Keskin şiirinde, şairin hayatı şiire dâhildir. Şiir, masa başında kotarılmış, çalışılmış bir şey değildir. Tabiatla iç içedir, hayatla birlikte yürür, yaşadıklarının izdüşümüdür. Şiir onun dünyayı, insanı, yeryüzünü, kendini sevme biçimidir. Kaderdir bir bakıma.
Onun yaşamına baktığımızda şu önemli durakları görürüz:
1963 Kırklareli doğumlu. İstanbul’da yaşıyor.
1986 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi.
İlk şiirini 21 yaşında yayımladı, üçüncü kitabından sonra şiirde kalmaya karar verdi.
İlk kitabı Delilirikler 1991’de basıldı. Daha sonra bu kitabı Bakarsın Üzgün Dönerim (1994), Cinayet Kışı (1996), Yirmi Lak Tablet (1999) ve Yeryüzü Halleri (2002) izledi.
1995-98 yılları arasında arkadaşlarıyla birlikte Göçebe dergisini çıkardı. Çeşitli yayın kuruluşlarında editör olarak çalıştı.
Yayımlanmış beş şiir kitabı 2005 yılında Kim Bağışlayacak Beni adıyla tek ciltte toplandı. Aynı yıl yayımlanan Ba ile 2006 Altın Portakal Şiir ödülünü kazandı.
2006 yılında Y’ol yayımlandı.
2010 tarihli Soğuk Kazı ise 2011 Metin Altıok Şiir Ödülü'nü aldı.
Şiirlerinden oluşan bir seçki George Messo’nun çevirisiyle & Silk & Love & Flame adıyla 2013’te Arc Publications tarafından İngilizce olarak yayımlandı.
Son şiir kitabı Fakir Kene ise 2016’da okurla buluştu.
Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ahmet Arif, Orhan Veli, Cemal Süreya gibi hayatta olmayan şairleri dışarda tutacak olursak Birhan Keskin günümüzde Türkiye’nin çok okunan şairlerinin başında gelir. Şiirleri ödüller almış, televizyon dizilerinde seslendirilmiş, kitaplara ve sergilere konu olmuş geniş kitlelerce kucaklanmıştır. Roman ve öykü gibi türlerle kıyas edildiğinde bu erişimi şiirde gerçekleştirmiş olmak; yazdıklarının okurda mâkes bulması, dolaşıma girmesi dikkat çekidir.
Onun şiirdeki bu “başarısı”nı güçlü şairliğinin yanında çok görünmek, çok yazmak gibi hırslara sahip olmamasıyla da ilişkilendirebiliriz. O bilgece bir tutumla, sadece şiirini yazıp okurla paylaşmıştır. Şiirin dışında edebiyatın başka türlerine de gönül indirmemiştir. “Ciltler dolusu kitap yayınlasam ne olur, yılın her günü benden söz edilse ne fark eder? Ben Shakespeare bile olsam, bana fayda etmez. Günün birinde bir anı, sonra sonra anı bile olmayacağımın bilinci beni bir şekilde hırsların uzağında tutmuştur. Bir şiir damarım var ve bu damar kendini gerçekleştirmek, var olmak istediği zaman var oluyor. Dergilerde sık sık görüneyim, art arda kitaplarım yayınlansın diye bir telaşım hiçbir zaman olmadı”
Derinlik yüzeye çekilmiştir
Birhan Keskin dünyaya fırlatılan-düşen insanın trajedisini, açmazını keskin bir duyuşla ortaya koyarken fazla söz oyunlarına başvurmaz, yalın ve duru bir dil kullanır. Rahat bir söyleyişi vardır. Gücünü, dinginliğini şairanelikten çok bu samimiyetinden alır. Onun şiirini çarpıcı kılan bir unsur da derinliğin yüzeye çekilmesidir. Dip yüzeydedir, pırıl pırıldır, berrak; elinizi uzatınca hemen dokunacağınızı sanırsınız. Lakin hakikat hiç de öyle değildir. O derinlik baş döndürür. Bunu daha iyi anlamamız için Yunus Emre, Karacaoğlan, Şeyh Galip şiirlerine, şiirde ustası saydığı Gülten Akın dizelerine bakmak yeterli olacaktır.
“Zümrüdüanka” şiiri onun dünyaya bakışını ve duyuşunu anlamamız için anahtar değerindedir.
“Serin bir rüyanın hatırınadır
çektiğim dünya ağrısı.`
bir hayalden geldim ben,
bir hayal verdim sana,
mavi-yeşil bir hatıra: işte dünya
ruhum! ovada sert es, yamaçta sus,
ırmakta ağla.
işte dünya kapısı, işte dünya kederi
ister dağının gölgesinde dur, ister
incirin neşesine vur
ağrı kendini ve tamamla.” (Kim Bağışlayacak Beni, s. 13)
Heidegger, Hakikat’in örtülü olduğunu ve onu ifşa etmenin, örtüyü kaldırmanın şiirin işi olduğunu söyler. Birhan Keskin de o örtüyü sıyırmaya, derindekini göstermeye çalışır. Bunu yaparken insana-kendine ve tabiata bakar. Yeryüzü hallerini, insan halleriyle birleştirir. “Yeryüzü varlıklarına, sonra da sokaklara bakmakla, çok bakmakla ama uzun uzun bakmakla bir yeryüzü ve şiir bilgisi edindim ben. Bunu tam olarak nasıl yaptığımı izah edemem ama böyle. Kendimden çıkıp baktığım varlık olmayı ama aynı zamanda baktığım varlıkta kendimi bulmayı öğrendim. Yeryüzü varlıklarına saygıyı böyle idrak ettim. Tamamen baka baka. Baka baka.” Ovayı, denizi, örümceği, balığı, karıncayı, dağı, gölü, çölü yazar. Ağacı, çimeni… Çünkü “ağaçlar bizim kardeşimiz”dir. Hem der: “Tabiata benzesek çoktan insan olmuştuk!”
Birhan Keskin şiirini aşktan ayrı düşünemeyiz. Aşk onun şiirinin kalbidir. Bütün safhalarıyla, halleriyle farklı yüzleriyle şiirinde görünür. Varlığı, yokluğu, ayrılığı, coşkusu, neşesi, acısı… Tin olarak da ten olarak da aşkı okuruz. İlk kitabı “Delilirikler”den bu yana bu böyledir.
"Hâlâ soruyor musun bana, aşk ne demek:
o en “bir” ve “tam” olana yürümek." (Ba, s. 29)
“Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza; dünyada bulunmanın bahaneleri, dünyada bulunmanın halleridir. İşte bunlar üzerine düşünüyorum, kaç zamandır, burada, bu dingin bahçede, bu sessiz odalarda. “Sana gelmek için ağrımı uyandırmaya çalıştım ama olmuyor. Mayalanmış o, mantarlanmış, beni bilmiyor.” (Ba, s 46)
"Ben kaybettiğime ağlayayım, sen kaybettiğine ağla"
Y’ol kitabı baştan sona uzun bir ayrılık şiiridir. Otobiyografik özellikler taşır. "Ben kaybettiğime ağlayayım sen kaybettiğine ağla.” diyen acılı bir sesle, ağıt havasında yazılmıştır. “aşk olanın ötesinde bir aşk"la bir araya gelmiş iki kişiden birinin gitmesi ve geriye kalanın 'dağılma'sı, kendini 'bu dünyaya fırlatılmış gibi hissetme'sinin, sitemle ama yüksek sesle yankılandığı yitik bir aşk öyküsüdür.
“O kadar uzun yol geldik ki seninle
Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu
Nasıl yürüyeceğiz?” (Y’ol, s.44)
İlk bölümündeki 'Taş Parçaları' aşk ve ayrılık; adalet ve zalimlik üzerine bir sorgulamadır. “Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir” ve “Adaletin içinde bir zalim oturur.”
“Onu, sevebileceğinin en yücesiyle sevdin
Titreme daha fazla kalbim
Bağışla kendini artık onu da
Bırak gitsin.
Bırak gitsin.
O senin ezel gününden kaderin
Sen onu nasılsa bin kere daha
Seveceksin.” (Y’ol, s.35)
Birhan Keskin şiiri Y’ol'dan sonra “hikmet burcu”na girer. Bununla neyi kastettiğimizi anlatmak için şair Behçet Necatigil’in şu tespitine başvurabiliriz:
“Şair şiir hayatı boyunca üç burçtan: gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçer” -Bunu kemâle ermek, insan kalmak olarak da okuyabiliriz.- Gurbet burcunda şair Robinson Crusoe gibi, ıssız bir adaya düşmüş gibidir. Bir savunma içgüdüsü, onu bulduklarıyla bir yapı, bir çatı kurmaya, varlığını böylece kanıtlamaya zorlar. Sonra Hasret burcuna geçer. Şair ‘kendi şiirini özlüyor’dur. Yazdıklarının ne kadar kendisi ne oranda başkaları olduğunu görür ve kendi yazış biçimini bu süreçte bulur. “Sonra? Sonra zaman geçer, birden görür: Çevreyi, dünyayı dilediğince bir biçime sokmanın zorluğunu görür. Belli bir çevrenin ya da ‘dünyanın mutluluğunu’ hâlâ gerçekleştirememiştir. Bunu anlar. Anlar ki kendi küçük özlemlerini bile gerçekleştirememiştir, yakın çevreyi bile değiştirememiştir… O zaman Hikmet burcuna girer…”
Son iki kitabı Soğuk Kazı’da ve Fakir Kene’de artık olgun bir şair vardır. Aşk soğumaya bırakılmış, katılaşmıştır. Şiir gözü daha dışarıdadır. Kötülüğe, çirkinliğe, barbarlığa kayıtsız kalamaz. Dünyanın ve ülkenin gittiği yere duyulan öfke, aktüel gerçekler şiirine girer. Savaşlar, ölümler, kadın cinayetleri, kesilen ağaçlar, yok edilen çimenler, betonlaşma... Ve bu felaketin müsebbibi iktidar aygıtlarını karşısına alır. Önümüze bir fotoğraf koyar. Bütün bu olanlara şiirle isyan eder. Sözünü esirgemez: “bu medeniyet denen şeyin naylon poşetine koyayım.”
“Yağmurdan sonra yayılan huzurun adıyla konuşuyorum:
Bak sana çimenlerin derin nefesiyle, soruyorum;
Şehrin perçemleri sizin gözlerinize niye batıyor?
Biz, üç beş adam, ömrünü çimenlere adayan
Razıyız gölgesinde uyuduğumuz ağaçtan.
Ve zerre ipimizde değilsin başkan.” (Fakir Kene, s.27)
KAYNAKLAR